Başlayalım mı?

Başlayalım mı?

Hayatımızdaki her öğrenmede, her iletişimde, her yeni başlangıçta bir hedefimiz vardır. Kendimize “beklenti” adını verdiğimiz bir takım “hedefler” ile yola çıkarız. Adım adım bu hedeflere varmak gibi bir amacımız vardır. O hedeflere mümkünse hemen, hatta bir anda varabilmeyi “arzularız”. Hatta en iyisine gideriz bu öğrenmelerin. Ne de olsa daha azını haketmiyoruzdur. En pahalısı, en bilgesi, en hızlısı, en gösterişlisi hangisi ise onu bulur, orada toplaşırız. İletişimlerimizde de böyle ince gözden kaçan hedeflerimiz vardır. Aradığımız dinlemek değildir. Biz konuşmak isteriz, başkaları bizi dinlesin. Bizim anladıklarımız, bizim kavradıklarımız daha derindir daha yücedir. Bu nedenle başkaları daima bizi dinlemelidir. Zaten aslında biz kusursuzuzdur da, bir takım düzenlemelere ihtiyacı vardır hayatlarımızın. Aslında o “öğrenmeler”, o “bilgeler” de o basit detaylarla bizi “hedeflerimize” ulaştıracaktır.

Kendimizi kandırmaya o kadar alışmışızdır ki gerçeklerden bihaber yaşarız. En basit gerçeklerden biri bedenimizle kuramadığımız iletişimdir. Aslında o olduğu hali ile bir araçtır. Yüce bir varlık olan bizlere ev sahipliği yapmakla yükümlüdür. Ne kadar acı ki yemek yemeli, su içmeliyizdir. Oysa biz kusursuzuz. Ne gerek var ki böylesi tekrarlı durumlara. Uyumak, tuvalete gitmek de zorundayız. Neden bunların pençesindeyiz ki. Mükemmelliğimizdeki bu lekelerden de kurtulmamız lazım. Bizler çok değerli ve çok üstün olduğumuzdan bunları geride bırakmalıyız. Bedenlerimiz kusursuz olmalı. Atletik yapılarda, göbeklerimizde baklavalar, bacaklarımızda selülitler olmamalı. Canımız çıkana kadar koşmalıyız. Sanki hayatın içerisinde yeterince koşuşturmamız yetmezmiş gibi. Bu “kusurlu” bedenlerimizin ihtiyaçlarını o kadar önemsemeyiz ki, tek derdimiz duygularımız ya da tatmin olmak istediğimiz arzularımızdır. “O saate, o ayakkabıya, o koltuğa, o telefona, o bilgisayara, o arabaya” hep bedenimizi çok fazla düşündüğümüz için sahip olmak isteriz. Ne de olsa bütün hedefimiz onun daha iyi ve daha konforlu bir alanda varlığını sürdürebilmesini sağlamaktır.

Bedenimizi ne duyarız, ne farkına varırız, ne de hissederiz. Bedenimiz nasıl olsa yerli yerindedir. O olmadan biz zaten var mıyız ki? Madem yoksak ya da olup olmadığımızı bilmiyorsak, bedenimizin nasıl farkında olamıyoruz?

Hedeflediklerimizin hepsi bedenimizin dışında da o sebeple. Bedenimizle yaşıyor olduğumuzu unutuyoruz. Bedenimizi bir araç, bir kılıf, kimi zaman bir yük olarak görüyoruz. Öylesine yabancıyız ki, hareket edebilmek, en basidi yürümek bile zulüm. Oysa çok daha önemli işlerimiz, ihtiyaçlarımız, beslenecek duygularımız var.

Sırf bu nedenle en basit egzersizleri, uygulamaları kenara atabiliyoruz. Çünkü bizim kafamızdaki “kısa sürede varılacak hedeflere” bizi ulaştıramamış oluyorlar. Motivasyonumuz bozuluyor. Ne büyük paralar vermiştik oysa. Ne umutlarla gitmiştik. Kusursuzluğumuzu cilalamıştık o eğitimlerde. O kadar muhabbeti dönmüştü çevremizde. Anlata anlata bitirememiştik. Niye yapmadığımızı sorduklarında: “Anlatıldığı kadar etkili değildi. Yaptım bir şey değişmedi.” cümlesi hemen elimizin altındadır. Sıkça ve çekinmeden kullabiliriz onu. Kullanmaya da devam edeceğiz.

Bütün bu kandımacaların içinden çıkabilmenin çok yalın bir çözümü vardır. Öğrendiğimiz o herhangi bir şeye sıkı sıkı tutunmak. Hedefleri, “beklentileri” kenara koyarak adım adım ilerlemek. Sadece anımsadığımızda yeniden yapmak. Her gün, yeniden anımsamak. Her gün yeniden ve yeniden yapmak. Bütün bunlar bize, bizi anımsatmak için var. Bedenimizi, kendimizi anımsamak için. Kendimize kısa süreli de olsa zaman ayırmak için. O zamanı ayırmayı bir lüks gibi görmeden her gün bir parça da olsa kendimizle kalabilmek için. Hiç kimse bize kolay olduğunu söylemedi. Kimseler bize gül bahçesi vaadetmedi. En başta kendimize biz vaadetmedik.

İhtiyacımız olan sadece süreklilik. Üşenmeden, ertelemeden. Bugün, burada, elbette biz yapacağız. Bizim yerimize gelip birilerinin sorumluluğunu almasını bekleme yanılgısına düşmeden. Koyduğumuz her hedefi silerek, sadece ve sadece kendimizle başbaşa olmanın hazzına vararak her gün bir adım atmak. Yaşadığımız keyfi, o anlık, orada olmanın tadına vararak ilerlemek. Bir öncesinde yaşadığımız her şeyi unutup, bir sonrasında karşılayacağımızın bilinmezi ile yürümek. En başta bizim koyduğumuz, belki de başkalarının koyduğu hedefleri yok sayarak hep bir adım atmak. Kimselerin haberi olmasa bile o adımı atmaktan asla geri durmamak.

Dünün hesaplarını kapatmayı düşünmeden, yarının endişelerinde boğulmadan, sadece bugün burada o öğrendiklerimizi yapmak. Ben kendi adıma bedenimi kullanmayı tercih ediyorum. Bedenimle yapabildiğim hareketlerle kendimle kalabiliyorum. Eşim ise daha sıklıkla meditasyonda kalarak. Bir başkası elinde fırça ile desenlerin arasında, belki bir diğeri yemek yaparken. Hatta bazılarımız elinde şişi örgü yaparken buluşuyor kendi ile. Bazılarımızı diğerlerinden ayıran; bunu her gün yapıyor olmamız. Yapmanın tadına varıyoruz. Tıpkı yediğimiz yemeğin tadını alabildiğimiz gibi. Aldığımız nefesi hissedebilmek gibi. Başka dünyalarda yaşamıyoruz bizler. Olduğumuz yerden başka gidecek yerimiz yok. O nedenle buradayız. Kaçmayı bıraktık, saklanmayı da.

Bedenimiz burada, aldığımız nefes burada, gözlerimiz ufka dönük, yarı yarıya kapalı. Bedenimizi hissederken, gergin olan kısımları farkediyoruz. Elimizden geldiği kadar gevşiyoruz. Ağırlığımızı dengeli biçimde dağıtıyoruz. Dikkatimiz ne tamamen içimizde, ne tamamen dışarıda.

Başlıyoruz…

Facebook Sayfamız için tıklayınız.



Skip to content